Not Defteri


TRT Bir Dünya Müzik dergisinde radyo ve Forte’ye dair…

Rock Müzik ve Hikâye Anlatıcılığı

Bugün “taşınabilir (mobil) teknoloji” denince aklımıza daha çok “akıllı telefonlar” gibi cihazlar geliyor. Öyle ki yine taşınabilir olmasına rağmen dizüstü bilgisayarlar, hatta tabletler bile -bir telefon kadar rahat taşınamadığı için- daha az tercih edilmeye başlandı. Önceleri günlük kullanım için herkesin sahip olmaya çalıştığı dizüstü bilgisayarlar, akıllı telefonların yaygınlaşması ile birlikte sadece belli başlı işlerin yapıldığı özel cihazlar olarak görülüp akıllı telefonların hafifliğinin yanında hantal kaldı; oysa onlar da taşınabilirlikleri sayesinde masaüstü bilgisayarlardan rol çalmışlardı. Yani yıllar geçtikçe taşınabilir olan taşınamayanın, daha kolay taşınabilir olan daha zor taşınabilenin yerini hızlıca aldı. Radyo da bir odaya sıkışıp kalmadıysa bunu biraz da bu mobilize yapısına borçluydu; fakat bugün, eğer internet bağlantınız varsa radyo yayınları da dâhil olmak üzere her türlü yayına çeşitli taşınabilir cihazlar sayesinde ulaşabiliyorsunuz. Yani aslında her türlü yayını yanımızda taşıyabiliyoruz. O hâlde radyonun bu taşınabilirlik özelliği -her ne kadar hâlâ taşıtlarda radyonun bu özelliğinin özel bir yeri mevcut olsa da- sanki tek başına anlam ifade etmeyeceği bir zamana yaklaşıyor. Peki insanların radyoya yakınlık duymasının sebebi sadece bu taşınabilirlik özelliği mi olmuştu? Radyo bize neler sunuyor da hayatımızda ayrı bir yere onu konumluyoruz? Neden radyo için “arkadaş” ifadesini sıklıkla kullanabiliyoruz?

Forte’nin ilk bölümünü hazırladığım andan itibaren bu soruları sordum kendime. Bu bir rock müzik programı olacaktı, rock müziğin tüm tatlarından bir şeyler barındıracaktı ve hemen hemen her program bölümü bir temaya ayrılacaktı; ancak bunlar programın genel biçimsel özellikleriydi. Her ne kadar program, özünde bir “müzik programı” olsa da içeriğin tamamını şarkılara bırakıp “Onlar zaten kendini anlatıyor” mantığı ile hareket etmek, yalnızca bir liste küratörlüğü yapmak veya sadece bir takdimcilik görevi üstlenmek istemedim. Her zaman, radyoda konuşmaya, söze ayrı bir değer verdim. Herkesin bu konudaki görüşü farklı olabilir; belki radyoda çalan bir şarkıyı dinlerken sunucunun bir kelime bile söyleyerek araya girmesini istemeyenler bulunabilir; ancak yazının başında cihazların taşınabilirlik ile ilgili geçirdiği değişimden bahsederken tam da bunları düşünüyordum. Bugün, sadece müzik dinlemek isteyen biri için o kadar çok servis var ki dinleyiciler “Acaba sevdiğim şarkı radyoda çıkar mı?” kaygısına sahip değiller. Tabii burada şu büyük parantezi açmak istiyorum: Sevdiğiniz bir şarkıya radyoda denk gelmenin, sevdiğiniz bir filme televizyonda denk gelmenin duygusu başkadır. Çünkü bir başkasının da o şarkıyı, filmi sevdiği, onu sizinle ve başkalarıyla paylaşmak istediği duygusunun uyanışı ile birlikte ona, o yer ve zamanda denk gelmenin sihirli etkisini yaşarsınız. Dijital bir müzik servisinde, alabildiğine kontrollü bir şekilde şarkıyı açarak bu duyguyu yakalamanız biraz zordur. Müziğin bizi hazırlıksız yakalaması, bizi savunmasız bırakmasını isteriz. “Heyecan” ve “kontrol” birbirine zıt kavramlardır. Üstelik bu müzik servislerinde, doğrudan arama satırlarını kullanarak müziğe ulaşmıyorsanız, önünüzde beliren şarkılar, listeler arasından seçim yapmak durumunda kalıyorsunuz. Bu durumda da bu listeleri kimlerin, neye göre hazırladığı önem kazanıyor. 

İyi bir yapımcının elinden geçen, içinde hiç konuşma bulunmayan bir müzik programının arkasında bile önemli bir çalışma vardır. Zaten tüm radyo programcıları ve dinleyiciler olarak, öyle veya böyle, müzikte birleşiyoruz. Söze dayalı programların birçoğunda bile çeşitli amaçlarla müzik kullanılıyor. Müzik radyolarına dönersek, bu radyolardaki programlarda ne kadar müzik çalacak, kaç tane programda anons kullanılacak, bu duyuruların uzunluğu ne kadar olacak, program sunucuları bir şarkı veya konu hakkında ne kadar konuşacak; bunlar radyodan radyoya, yayından yayına değişebilen yöntemler ile cevap bulabilir, fakat bir müzik radyosunun yirmi dört saatini düşündüğümüzde, sözel içeriğin de bir yoğunluğa sahip olması gerektiği fikrindeyim. 

Forte’nin o günkü bölümünün temasına karar verip parçaları buna göre sıraya koyarken sözel içerik de belirginleşmeye başlıyor. Bu içeriği hazırlarken parçaların çıkış noktası hakkında bilgi edinmeye çalışıyorum. Zaten bildiğim hikâyelerin de farklı detaylarını bulma amacını taşıyorum. Bu noktada, şarkının yapım öyküsünü anlatan bir röportaj, bestecinin ilham aldığı bir olay, anı, bir kitap veya şiir cümlesi, ortaya çıkan şarkının o rock türünde veya onun da alt türündeki önemi, popüler kültüre etkisi, grubun hayatına getirdiği yenilikler, farklılıklar, kayıt sürecinde yaşananlar, sonrasında nelere, kimlere ilham kaynağı olduğu, çıktığı dönemdeki tarihsel önemi, grubun yıllar geçtikten sonra şarkıyı sahiplenme veya dışlama sebepleri gibi birçok öge, programın sözel içeriği için çeşitli kaynakları oluşturuyor. Bu kaynaklar programın bilgi yönünü besliyor, hikâyelerin kendi içinde barındırdığı duygusal alan biraz ortaya çıkabiliyor; ama asıl önemli olan, bu bilgilerin nasıl sunulacağı, yani hikâyenin nasıl anlatılacağı… Hâlâ icra etmeye devam ettiğim seslendirme sanatının, farklı alanlardaki sunuculuk çalışmalarımın, verdiğim diksiyon eğitimlerinin bir anlatıcı olma konusunda bana kattığı çok şey oldu; fakat bu, yine de radyodaki ilk canlı yayınıma çıkacağım zaman geçirmek üzere olduğum kriz tehlikesine pek etkide bulunmamıştı (Neyse ki benden önceki programda yer alan sevgili Banu Tarancı ve Selim Karakaya ilk müdahaleyi yaptılar da yayında sesim doğru dürüst çıkabildi. İkisinin de bendeki yeri özeldir). Yayıncılık macerasının ilk adımının canlı yayınla başlaması, kalp çarpıntıları ile de olsa -ve belki de onların sayesinde- birçok teknik becerimin de gelişmesini sağladı. Bu teknik beceriler zaten olmazsa olmazdır. Diksiyonu kötü, sesini iyi kullanamayan bir sunucu zaten söz konusu olamaz. Bunun yanında programı hazırlarken ve sunarken kullandığınız cihazlara da iyi hâkim olmanız gerekir ancak tüm bunlar bir radyo programcısı için ayırt edici, özel nitelikler değildir, zaten olması gerekenlerdir. Günün sonunda yine asıl önemli olan içerik ve daha da önemlisi onu nasıl sunduğunuzdur. Bence iyi bir sunucu, anlattığı konu ne olursa olsun, onu iyi ve samimi bir anlatımla aktarabilen kişidir. Forte’nin her bölümünde dinleyicilerle yakalamaya çalıştığım ilişki, bu dil ve anlatım yaklaşımı oldu. Bazen çenemin iyice açıldığını düşündüğüm ve bunu dinleyicilere yayında aktardığım zamanlarda bile “Hayır, daha çok anlatın, daha çok detay verin.” mesajları da bu konudaki hevesimi dinç tuttu. Programa önce dinleyici olarak bakıp kendimin de sevip dinleyebileceği bir program çıkarmak niyetiyle her bölümü hazırlamaya büyük bir keyifle devam ediyorum. Forte’nin bir bölümünde “grunge” türüne yer vermiştik. Özellikle 1990’lı yıllarda grunge, modern rock müzikteki sosyal bilinci geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda gösterişten uzak kalıp “kendine karşı dürüst olma” ilkesini yaymıştı. “Kendine karşı dürüst ol ki müziğin de o doğrulukla çıksın” diye düşünen bu müzisyenler gibi, umarım hepimiz radyoyu açtığımızda “Kendine karşı dürüst ol ki yayıncılığın da o doğrulukla çıksın” samimiyetini yakalayan programlara denk geliriz.

Uğur Haspolat


Rock Music and Storytelling

When we consider the concept of “portable” technology in today’s world, our minds are naturally drawn to devices such as smartphones. While laptops and tablets are also portable, they are often deemed less desirable due to their comparatively cumbersome nature when compared to phones. Laptops, once coveted by everyone for everyday use, have become relegated to specialized tasks as smartphones have gained widespread popularity. The lightweight and compact design of smartphones has overshadowed the bulkiness of laptops, resulting in a swift replacement of what is deemed portable and convenient over what is less so.

The radio, with its inherent mobility, played a significant role in avoiding confinement to a single room. Thanks to its portable nature, it could be carried from place to place, allowing people to enjoy its broadcasts wherever they went. Today, with the advent of the internet, various portable devices enable us to access a wide range of broadcasts, including radio programs. Essentially, we now have the ability to carry a multitude of broadcasts with us at all times. Consequently, the aspect of portability that once distinguished the radio is gradually losing its individual significance, although it continues to hold a special place in radios installed in vehicles. Therefore, one may question whether people’s attachment to the radio solely stems from its portability. What does the radio offer us that we hold it in such high regard? Why do we often refer to it as a “friend”?

Before I began preparing the first episode of Forte, I found myself pondering the following questions: “Would it be a rock music program, showcasing the diverse flavors of the genre? And would each episode be dedicated to a specific theme?” These were the fundamental aspects of the program. However, I did not wish to merely rely on the songs themselves and adopt the notion that they speak for themselves. Nor did I desire to be a mere curator of a playlist or a simple presenter. On the radio, I have always cherished the power of speech and the impact of words.

Opinions on this matter may vary. Some listeners may prefer an uninterrupted experience, without any interjection from the radio host while a song plays or even between songs. Yet, it was these considerations that led me to reflect upon the changing landscape of portable devices mentioned earlier. Nowadays, there are numerous services catering to individuals seeking solely to listen to music. Consequently, listeners no longer worry whether their favorite songs will be played on the radio. Here, I’d like to make a side note: The feeling of coming across a beloved song on the radio is something like the feeling of coming across a beloved movie on television. Because with the awakening of the feeling that someone else also loves that song or movie and wants to share it with you and others, you experience the magical effect of encountering it at that time and place. In a digital music service, it is a bit difficult to capture this feeling by directly playing the song in a highly controlled manner. Sometimes we want music to catch us unprepared and leave us vulnerable. “Excitement” and “control” are contradictory concepts. Moreover, in these music services, if you are not directly accessing the music by using search bars, you are forced to choose from the songs that appear in the playlists. In this scenario, the significance lies in determining the individuals responsible for compiling the lists and the criteria they employ.

Even a music program that lacks spoken content, when prepared by a skilled producer, requires considerable effort. Whether we are radio hosts or listeners, music brings us together in one way or another. Moreover, in programs that heavily rely on spoken words, music still serves various purposes. Now, turning our attention to music radio again; the number of songs played, the frequency of announcements, the duration of these announcements, and the extent to which the program hosts discuss songs or topics may differ from one radio station or broadcast to another. However, when we consider a 24-hour music radio, I believe it is crucial to have a substantial amount of verbal content as well.

Indeed, technical skills are essential. A presenter with poor diction and an inability to use their voice effectively cannot thrive. Furthermore, it is crucial to have a good command of the devices used in program preparation and presentation. However, these skills alone are not distinguishing or exceptional qualities for a radio presenter; they are prerequisites. Ultimately, what truly matters is the content and, more importantly, how it is presented. In my perspective, an excellent presenter is an individual capable of eloquently articulating any topic with authentic and heartfelt expression.

The bond I have sought to establish with the listeners in each episode of Forte is founded on this language and narrative approach. At times, even when I believed I had covered the subject matter extensively and expressed it on air, the prospect of delving deeper and providing additional insights kept my enthusiasm alive in this regard. I persistently delight in crafting each episode with immense pleasure, aiming to produce a radio program that I, as an avid listener, would thoroughly enjoy.

In an episode of Forte, we explored the world of the “grunge” genre. The 1990s witnessed grunge not only cultivating a strong sense of social consciousness within modern rock music but also celebrating the value of genuineness, rejecting superficiality in favor of profound depth. Just like those musicians fervently championed self-honesty, ensuring their music reflected their innermost truths, I passionately desire radio programs that embody the essence of “being true to oneself,” so that the airwaves resonate with unfiltered sincerity whenever we tune in.

Uğur Haspolat


Yeni içerik doğrudan gelen kutunuza iletilsin.